İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı Kerîm bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfu ve yardımı budur. İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi. Yüce Allah'ın uluhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hakimiyet ve rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini, Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Uluhiyet sıfatında ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yer yüzünde Allah'ın temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlardı. İnançta meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile cahili bir toplum meydana gelmişti. İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmıyan saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu. Bu ışık, o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve Bizans cahiliyyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek, onların tahakkkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalblerini ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için kemalini bulmuştu. Bu mutlu hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da içerden ve dışardan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi. Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pekçok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz. Bu sapma, yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın tevhid anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır. İşin tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarıyan kısmı kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve cevheri gözü ile bakmasıdır. Tevbe, istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması, ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok müslüman, tasavvufu katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım müslümanların tebliğ, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî hayattan uzak yaşıyan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.
التفاصيل
İslâm, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri ilahi mesajların genel adıdır. Kur'ân-ı Kerîm bunu, sırat-ı müstakim (dosdoğru yol) olarak, Allah'ın gösterdiği yol olarak adlandırmıştır. Bu genel yoldan meydana gelen sapmaların insanları tarih boyunca felaketlere ve bedbahtlıklara sürüklediği bir gerçektir. Nitekim bu sapmaların önüne geçmek ve insanları, tekrar sırat-ı müstakime iletmek için her topluma, Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlar da görevlerini yapmış ve insanların elinden tutmuştur. Şüphesiz Yüce Allah'ın insanoğluna en büyük lütfu ve yardımı budur. İslâm'ın doğuşu, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderilişine yakın dönemde de insanlar aynı şekilde sırat-ı müstakimden sapmış ve Allah'ın yolu büyük ölçüde unutulmuş bulunuyordu. İbadet Allah'a yapılacağı yerde, sapık birçok anlayış ve inanışın ürünü olan putlara yapılıyordu. Hayatta itaat ve teslimiyet Allah yerine başka varlıklara yapılıyordu. Hayatta geçer ölçü koyan Allah değil, birtakım güçlerdi. Yüce Allah'ın uluhiyet sıfatını kabul eden ve Allah'ın hem varlığını, hem de âlemin yaratıcısı olduğunu itiraf eden cahiliyye Arapları, O'nun hakimiyet ve rububiyet sıfatlarını başka varlıklara veriyorlardı. Hayatta geçer ölçülerini, Allah yerine başka kaynaklardan ve güçlerden alıyorlardı. Uluhiyet sıfatında ona birtakım varlıkları ortak koşuyorlardı. Bunların Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini düşünerek kutsallaştırıyor ve yer yüzünde Allah'ın temsilciliği görevini yaptıklarını söylüyorlardı. Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyorlardı. İnançta meydana gelen bu sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve ahlâkî bütün alanlarda da sapma ve çarpıklıklar meydana gelmiş ve her şey cahiliyye adına layık olacak kadar çığırından çıkmıştı. Her şeyi ile cahili bir toplum meydana gelmişti. İşte, rayından çıkmış, yani sırat-ı müstakimden sapmış olan bu insanları tekrar Allah'ın yoluna iletmek ve cahiliyye bedbahtlığından kurtarmak için Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi. İnsanlara Allah'ın mesajını iletti. Hak ile batılı, doğruluk ile eğriliği, iyilik ile kötülüğü insanlara gösterdi. Toplumda geçer ölçüleri belirledi ve insanları bunlara uymaya çağırdı. Cahiliyye hayatının bütün çirkinliklerini ve doğurduğu bedbahtlığı anlattığı gibi, insanlara İslâm'ın hayat nurunu ve dosdoğru yolunu gösterdi. Tarihte eşi ve benzeri bulunmıyan saadet asrı insanlarını meydana getirdi ve örnek bir İslâm toplumu oluşturdu. Bu ışık, o gün bilinen dünyanın dört bucağına yayıldı. Değişik isimler ve niteliklerle egemen olan cahiliyye karanlığını giderdi. Arabistan cahiliyetini, İran ve Bizans cahiliyyetini dağıttı. İnsanların önüne yeniden sırat-ı müstakimi, yani Allah'ın yolunu açtı. İnsanlar, sel gibi Allah'ın yoluna gidiyor ve cahiliyye karanlığından kurtuluyordu. Saadet asrında doğan ışıklarla her şeyleri aydınlanıyordu. Allah'tan başka maddi ve manevi birtakım güçlere ibadet etmek, onların tahakkkümüne boyun eğmek ve yaşayışlarını onların ölçüleriyle düzenlemek bedbahtlığından kurtuluyorlardı. Cehennem ateşinden cennetin ferahlığına koşar gibi, insanlar, İslâm'ın kurtarıcı nuruna akıllarını, kucaklarını, kalblerini ve hayatlarının tüm alanlarını açıyordu. Ve Allah'ın nimeti insanlar için kemalini bulmuştu. Bu mutlu hayat bir zaman devam etti. İnsanlar maddi ve manevi yönden müreffeh bir hayat yaşadılar. Ancak, her kemalin bir zevali olduğu gibi, bu hayatın mutluluğu da yavaş yavaş bozulmaya başladı. Ağacın içini kemiren bir kurt gibi, bu hayatı da içerden ve dışardan birtakım kurtlar kemirmeye başladı. Toplumun yapısında bir nevi sapmalar ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmalar, inhiraflar meydana geldi. Bunların en önemlilerinden biri, dindarlık ve takva kılığında ortaya çıkan ve sonraları tasavvuf adını alan, uzletçi ve mistik sapmadır. Şüphesiz, bunun pekçok etkenleri ve sebepleri olmuştur. Ancak, meselemiz onun köklerini ve sebeplerini açığa çıkarmak olmadığından, burada üzerinde durmuyoruz. Bu sapma, yapısında İslâm'dan birtakım unsurlar almasının yanında, İslâm düşünce ve kültürüne sızmış yabancı birçok unsurlar da almıştı. Gün geçtikçe bu yabancı unsurlar daha da çoğalmış ve tasavvuf akımında egemen olacak şekilde damgasını vurmuştur. Bunlar elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak işlenmekte ve İslâm'ın tevhid anlayışından ne derece uzak oldukları anlatılmaktadır. İşin tuhaf tarafı, takva ve dindarlık kisvesiyle ortaya çıkan bu sapmaya birçok müslümanın aldanması ve onu İslâm'ın özü, zübdesi, ruhu ve işe yarıyan kısmı kabul etmesidir. İslâm'dan birtakım motifler alan bu akıma, İslâm'ın özü ve cevheri gözü ile bakmasıdır. Tevbe, istiğfar, havf, reca, zikir, salât, dua, nafile namaz ve oruç, tasadduk, gönlün mümkün olduğu kadar Allah'la beraber olması ve dünya sevgisinin esiri olmaması, ibadetlerin mümkün olduğu kadar ihsan mertebesinde yapılması, kısaca, hayatın Allah için yaşanması gibi İslâmî unsurlara bakarak, birçok müslüman, tasavvufu katıksız bir İslâm sanmakta ve İslâm olarak sarılmaktadır. Hatta birtakım müslümanların tebliğ, emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (İslâm'ın iyi dediklerini emretmek ve kötü dediklerini yasaklamak) görevini yapması neticesinde İslâmî hayattan uzak yaşıyan kimi insanların İslâm dışı hayattan uzaklaştırılması ve İslâmî bir hayat yaşamalarının sağlanmasını da tasavvuf gözü ile görerek bunu tasavvufun bir zaferi olarak saymakta ve ona aldanmaktadır.