الصافات

تفسير سورة الصافات

الترجمة التركية - مركز رواد الترجمة

Türkçe

الترجمة التركية - مركز رواد الترجمة

ترجمة معاني القرآن الكريم للغة التركية ترجمها فريق مركز رواد الترجمة بالتعاون مع موقع دار الأسلام www.islamhouse.com.

﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ وَالصَّافَّاتِ صَفًّا﴾

Andolsun saf saf dizilenlere.

﴿فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا﴾

Sürüp sevk edenlere.

﴿فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا﴾

Zikri okuyanlara.

﴿إِنَّ إِلَٰهَكُمْ لَوَاحِدٌ﴾

Sizin ilahınız tek bir ilahtır.

﴿رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ﴾

O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O, doğuların da Rabbidir.

﴿إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ﴾

Biz, en yakın göğü yıldızlarla süsledik.

﴿وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍ﴾

Ve onu (göğü) kovulmuş Şeytanlar'dan koruduk.

﴿لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَىٰ وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ﴾

Onlar, artık mele-i a'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.

﴿دُحُورًا ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ﴾

Kovularak uzaklaştırılmış (olurlar) ve onlar için elem dolu bir azap vardır.

﴿إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ﴾

Ancak bir (söz) çalıp kapan olursa onu da parlak bir ateş izler.

﴿فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمْ مَنْ خَلَقْنَا ۚ إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ طِينٍ لَازِبٍ﴾

Şimdi onlara sor: “Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa bizim yarattıklarımız mı?” Doğrusu biz onları, yapışkan bir çamurdan yarattık.

﴿بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ﴾

Hayır, sen şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.

﴿وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ﴾

Kendilerine öğüt verildiğinde öğüt almazlar.

﴿وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ﴾

Bir ayet (mucize) gördüklerinde alaya alırlar.

﴿وَقَالُوا إِنْ هَٰذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ﴾

"Bu, ancak apaçık bir büyüdür." derler.

﴿أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ﴾

"Öldüğümüz, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı gerçekten biz mi diriltileceğiz?

﴿أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ﴾

“Önceden gelip geçmiş atalarımız da mı?”

﴿قُلْ نَعَمْ وَأَنْتُمْ دَاخِرُونَ﴾

De ki: “Evet! Hem de siz aşağılanmış kimseler olarak (diriltileceksiniz).”

﴿فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنْظُرُونَ﴾

Çünkü o, korkunç bir sesten ibarettir. O zaman etrafa bakıp dururlar.

﴿وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هَٰذَا يَوْمُ الدِّينِ﴾

"Eyvah bize! İşte bu, hesap günüdür." derler.

﴿هَٰذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ﴾

“İşte bu, yalanlamakta olduğunuz hüküm ve ayırım günüdür.” denilir.

﴿۞ احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ﴾

Zalimleri, onların eşlerini ve tapmakta olduklarını toplayın.

﴿مِنْ دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَىٰ صِرَاطِ الْجَحِيمِ﴾

Allah'tan başka (ibadet etmiş olduklarını) Cehennem yoluna iletin!

﴿وَقِفُوهُمْ ۖ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ﴾

Durdurun onları; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.

﴿مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ﴾

Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?

﴿بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ﴾

Hayır! Onlar, bugün tamamen teslim olmuşlardır.

﴿وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ﴾

Birbirlerine dönüp sorarlar.

﴿قَالُوا إِنَّكُمْ كُنْتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ﴾

"Siz, bize sağdan geliyordunuz." derler.

﴿قَالُوا بَلْ لَمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ﴾

Diğerleri de derler ki: "Hayır! Siz iman eden kimseler değildiniz."

﴿وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ ۖ بَلْ كُنْتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ﴾

Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı bir gücümüz yoktu. Fakat siz, zaten azgın bir toplum idiniz.

﴿فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا ۖ إِنَّا لَذَائِقُونَ﴾

Artık Rabbimizin hakkımızdaki sözü gerçekleşti. Kesinlikle biz onu (azabı) tadacağız.

﴿فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ﴾

Evet! Sizi saptırdık. Çünkü biz de sapkın kimseler idik.

﴿فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ﴾

Hiç şüphe yok ki, o gün onlar azapta ortaktırlar.

﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ﴾

Biz, günahkârlara işte böyle yaparız.

﴿إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَٰهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ﴾

Çünkü onlar, kendilerine; "Allah’tan başka (hak) ilah yoktur." denildiği zaman büyüklenirlerdi.

﴿وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُو آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَجْنُونٍ﴾

"Bir mecnun şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz?" derlerdi.

﴿بَلْ جَاءَ بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ﴾

Hayır! O, hakkı getirdi ve peygamberleri doğruladı.

﴿إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ﴾

Kuşkusuz siz acı azabı tadacaksınız.

﴿وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ﴾

Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.

﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾

Ancak, Allah’ın ihlaslı kulları müstesna.

﴿أُولَٰئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌ﴾

Onlar için bilinen rızıklar vardır.

﴿فَوَاكِهُ ۖ وَهُمْ مُكْرَمُونَ﴾

Çeşitli meyveler. Onlar ikram edilenlerdir.

﴿فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ﴾

Onlar, Nimet Cennetleri'ndedir.

﴿عَلَىٰ سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ﴾

Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.

﴿يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ﴾

Etraflarında pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır.

﴿بَيْضَاءَ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ﴾

Bembeyazdır, içenlere lezzet verir.

﴿لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنْزَفُونَ﴾

Onda ne baş dönmesi vardır, ne de ondan dolayı sarhoş olurlar.

﴿وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ﴾

Yanlarında bakışlarını yalnız kendilerine çevirmiş iri gözlü eşler vardır.

﴿كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَكْنُونٌ﴾

Sanki onlar örtülü yumurtalar gibi bembeyazdır.

﴿فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ﴾

Birbirlerine dönüp sorarlar.

﴿قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ﴾

İçlerinden biri; "Benim bir arkadaşım vardı." der.

﴿يَقُولُ أَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُصَدِّقِينَ﴾

Bana derdi ki: "Sen gerçekten tasdik edenlerden misin?"

﴿أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَدِينُونَ﴾

"Ölüp toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman yeniden mi diriltileceğiz?"

﴿قَالَ هَلْ أَنْتُمْ مُطَّلِعُونَ﴾

(Cennet'e giren) Ona; "Ne olduğunu görüyor musunuz?" der.

﴿فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاءِ الْجَحِيمِ﴾

Bakar ve onu cehennemin ortasında görür.

﴿قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدْتَ لَتُرْدِينِ﴾

"Allah’a yemin ederim ki, sen neredeyse beni de helâk edecektin!" der.

﴿وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنْتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ﴾

"Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben de (Cehennem'e) getirilenlerden olurdum."

﴿أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ﴾

"Şimdi, artık biz ölmeyeceğiz değil mi?"

﴿إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ﴾

"Nasıl, ilk ölümümüzden başka ölmeyecek miymişiz?Bize azap edilmeyecek miymiş?"

﴿إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ﴾

İşte bu, en büyük kurtuluştur.

﴿لِمِثْلِ هَٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ﴾

Çalışıp amel edenler, böylesi için çalışsınlar.

﴿أَذَٰلِكَ خَيْرٌ نُزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ﴾

(Nimet olarak) Bu mu daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı?

﴿إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِلظَّالِمِينَ﴾

Biz onu zalimler için bir fitne kıldık.

﴿إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ﴾

O, Cehennem'in dibinden çıkan bir ağaçtır.

﴿طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُءُوسُ الشَّيَاطِينِ﴾

Tomurcukları (ürünleri) sanki Şeytanlar'ın başları gibidir.

﴿فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ﴾

İşte onlar, bundan yerler ve karınlarını onunla doldururlar.

﴿ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِنْ حَمِيمٍ﴾

Sonra, onlar için üzerine kaynar su katılmış içki vardır.

﴿ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ﴾

Sonra da onların dönüşü yine Cehennem'edir.

﴿إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءَهُمْ ضَالِّينَ﴾

Onlar; babalarını, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.

﴿فَهُمْ عَلَىٰ آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ﴾

Kendileri de onların izlerinden koşturuluyorlardı.

﴿وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ﴾

Andolsun ki, onlardan önce eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.

﴿وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِمْ مُنْذِرِينَ﴾

Andolsun ki, onlar arasında uyarıp, korkutanlar göndermiştik.

﴿فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ﴾

Uyarılanların sonlarının nasıl olduğuna bir bak!

﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾

Allah’ın ihlaslı kulları müstesna.

﴿وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ﴾

Andolsun, Nuh bize seslenmişti de ne güzel icâbet etmiştik!

﴿وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ﴾

Onu ve ailesini o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.

﴿وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاقِينَ﴾

Yalnız onun soyunu sürekli kıldık.

﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾

Sonradan gelenler arasında onun için (güzel bir) nam bıraktık.

﴿سَلَامٌ عَلَىٰ نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ﴾

Alemler içinde Nuh’a selam olsun!

﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾

Biz, iyilik yapan ihsan sahiplerini işte böyle ödüllendiririz.

﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾

Çünkü o, Mü’min kullarımızdan idi.

﴿ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ﴾

Sonra ötekilerini suda boğduk.

﴿۞ وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ﴾

Şüphesiz İbrahim de onun yolunda olanlardan idi.

﴿إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ﴾

Hani O, Rabbine (şirkten) selamette olan bir kalp ile gelmişti.

﴿إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ﴾

Hani o, babasına ve kavmine; “Neye ibadet ediyorsunuz?” demişti.

﴿أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ﴾

"Allah’tan başka uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?"

﴿فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ﴾

“Âlemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?”

﴿فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ﴾

Derken yıldızlara bir göz attı.

﴿فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ﴾

“Ben hastayım.” dedi.

﴿فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ﴾

Arkalarını dönüp gittiler.

﴿فَرَاغَ إِلَىٰ آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ﴾

Bunun üzerine gizlice onların ilahlarına varıp; “Yemek yemiyor musunuz?” dedi.

﴿مَا لَكُمْ لَا تَنْطِقُونَ﴾

"Size ne oldu da konuşmuyorsunuz?"

﴿فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ﴾

Sonra üzerlerine gelip sağ eliyle (kuvvetle) vurdu.

﴿فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ﴾

Bunun üzerine hemen koşarak kendisine geldiler.

﴿قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ﴾

İbrahim onlara: "Ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi ibadet ediyorsunuz?" dedi.

﴿وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ﴾

Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.

﴿قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ﴾

"Onun için bir bina yapın, onu alevli ateşin içine atın!" dediler.

﴿فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ﴾

Böylece ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en aşağılık kimseler kıldık.

﴿وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَىٰ رَبِّي سَيَهْدِينِ﴾

Dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O, beni doğru yola iletecektir."

﴿رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ﴾

"Rabbim, bana salihlerden bir evlat bağışla."

﴿فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ﴾

Biz de ona yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik.

﴿فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ إِنِّي أَرَىٰ فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَىٰ ۚ قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ ۖ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ﴾

Ne zaman ki o babasının yanı sıra yürümeye başlayınca dedi ki: “Oğulcağızım, gerçekten ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bak, artık sen ne düşünürsün?” Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

﴿فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ﴾

Böylece her ikisi de (Allah’ın emrine) boyun eğip, İbrahim de onu (boğazlamak için) alnı üstü yere yatırdı.

﴿وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ﴾

Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik.

﴿قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا ۚ إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾

Sen rüyanı gerçekten tasdik ettin. Biz, iyileri böyle mükâfatlandırırız.

﴿إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ الْبَلَاءُ الْمُبِينُ﴾

Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.

﴿وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ﴾

Biz ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.

﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾

Sonradan gelenler arasında onun için (güzel bir) nam bıraktık.

﴿سَلَامٌ عَلَىٰ إِبْرَاهِيمَ﴾

İbrahim’e selam olsun!

﴿كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾

Biz, iyilik yapan ihsan sahiplerini işte böyle ödüllendiririz.

﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾

Çünkü o, Mü’min kullarımızdan idi.

﴿وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَاقَ نَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ﴾

Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak'ı müjdeledik.

﴿وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَىٰ إِسْحَاقَ ۚ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِهِ مُبِينٌ﴾

Onu ve İshak’ı mübarek kıldık. İkisinin soyundan iyi davranan da var, açıkça kendi nefsine zulmetmekte olan da.

﴿وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَارُونَ﴾

Andolsun ki, biz Musa'ya ve Harun'a da lütufta bulunduk.

﴿وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ﴾

Onları ve kavimlerini, o büyük sıkıntıdan kurtardık.

﴿وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ﴾

Onlara yardım ettik. Böylece üstün gelenler onlar oldular.

﴿وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ﴾

O ikisine apaçık olan kitabı verdik.

﴿وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ﴾

Her ikisini de doğru yola ilettik.

﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ﴾

Sonradan gelenler arasında o ikisi için (güzel bir) nam bıraktık.

﴿سَلَامٌ عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَارُونَ﴾

Musa ve Harun’a selam olsun!

﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾

Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.

﴿إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾

Çünkü o ikisi, Mü’min kullarımızdan idi.

﴿وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾

Muhakkak İlyas da gönderilmiş rasullerdendi.

﴿إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ﴾

Halkına şöyle demişti: “Siz korkup sakınmaz mısınız?”

﴿أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ﴾

"Yaratıcıların en iyisini bırakıp Ba’l (adlı puta) mi ibadet ediyorsunuz?"

﴿اللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ﴾

Sizin Rabbiniz de, geçmiş atalarınızın da Rabbi Allah'tır.

﴿فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ﴾

Onu yalanladılar, bundan dolayı gerçekten onlar, (azap için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.

﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾

Allah’ın ihlaslı kulları müstesna.

﴿وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ﴾

Sonradan gelenler arasında (güzel bir) nam bıraktık.

﴿سَلَامٌ عَلَىٰ إِلْ يَاسِينَ﴾

İlyas’a selam olsun!

﴿إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ﴾

Biz, iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz.

﴿إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ﴾

Çünkü o, Mü’min kullarımızdan idi.

﴿وَإِنَّ لُوطًا لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾

Şüphesiz Lut da gönderilmiş rasullerdendir.

﴿إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ﴾

Hani biz onu ve aile halkını birlikte kurtarmıştık.

﴿إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ﴾

Ancak bir kocakarı müstesna. O, geride kalanlardan oldu.

﴿ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ﴾

Sonra diğerlerini helâk ettik.

﴿وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِمْ مُصْبِحِينَ﴾

Siz, sabah vakti onların (diyarından) muhakkak geçip gidiyorsunuz.

﴿وَبِاللَّيْلِ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ﴾

Ve geceleyin (de onlara uğruyorsunuz). Yine de akıllanmayacak mısınız?

﴿وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ﴾

Muhakkak Yunus da gönderilmiş rasullerdendi.

﴿إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ﴾

Hani o, kaçıp yüklü bir gemiye binmişti.

﴿فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَضِينَ﴾

Kura çekmişler ve kaybedenlerden olmuştu.

﴿فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ﴾

Derken onu balık yutmuştu, o kınanır bir davranışta bulunmuştu.

﴿فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّحِينَ﴾

Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı,

﴿لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ﴾

İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.

﴿۞ فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاءِ وَهُوَ سَقِيمٌ﴾

Biz de onu, hasta bir halde boş bir alana/sahile attık.

﴿وَأَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْطِينٍ﴾

Üzerine kabak türünden (gölge yapması için) bir ağaç bitirdik.

﴿وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَىٰ مِائَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ﴾

Sonra da onu, yüz bin kişiye hatta daha fazlasına gönderdik.

﴿فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَىٰ حِينٍ﴾

Sonunda ona iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.

﴿فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ﴾

Şimdi onlara sor: “Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları da kendilerinin midir?”

﴿أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ﴾

Yoksa biz melekleri dişi olarak yarattık da onlar buna şahit mi oldular?

﴿أَلَا إِنَّهُمْ مِنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ﴾

İyi bilin ki onlar iftiralarından dolayı derler ki:

﴿وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ﴾

Andolsun saf saf dizilenlere.

﴿أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ﴾

Allah kızları, oğullara tercih mi etmiş?

﴿مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ﴾

Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?

﴿أَفَلَا تَذَكَّرُونَ﴾

Düşünüp öğüt almaz mısınız?

﴿أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُبِينٌ﴾

Yoksa sizin çok açık bir deliliniz mi var?

﴿فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ﴾

Eğer doğru söylüyorsanız, haydi kitabınızı getirin.

﴿وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا ۚ وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ﴾

Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Andolsun ki, melekler de (bunu söyleyenlerin) hesap yerine götürüleceklerini bilirler.

﴿سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾

Allah; onların yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.

﴿إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾

Allah’ın ihlaslı kulları müstesna.

﴿فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ﴾

Artık ne siz ne de ibadet ettikleriniz;

﴿مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ﴾

O'na karşı hiç kimseyi fitneye düşüremezsiniz.

﴿إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ﴾

Ancak Cehennem'e girecek olanlar müstesna.

﴿وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ﴾

(Melekler der ki:) “Bizden her birimiz için belli bir makam vardır.”

﴿وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ﴾

Muhakkak biz saf saf duranlarız.

﴿وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ﴾

Ve şüphesiz biz tesbih edenleriz.

﴿وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ﴾

Muhakkak onlar şöyle diyorlardı:

﴿لَوْ أَنَّ عِنْدَنَا ذِكْرًا مِنَ الْأَوَّلِينَ﴾

“Eğer yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) bulunmuş olsaydı.”

﴿لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ﴾

“Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis olan kullarından olurduk.”

﴿فَكَفَرُوا بِهِ ۖ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ﴾

Fakat ona (iman etmeyip) kâfir oldular, ileride (küfürlerinin akıbetini) bilecekler.

﴿وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ﴾

Andolsun, peygamber olarak gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti:

﴿إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنْصُورُونَ﴾

“Onlara mutlaka yardım edilecektir.”

﴿وَإِنَّ جُنْدَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ﴾

Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.

﴿فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ﴾

Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

﴿وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ﴾

(Başlarına geleceğini) gözetle. Nitekim onlar da yakında görecekler.

﴿أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ﴾

Yoksa azabımızın çabuk gelmesini mi istiyorlar?

﴿فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاءَ صَبَاحُ الْمُنْذَرِينَ﴾

Fakat (azap) onların sahasına indiği zaman, uyarılıp korkutulanların sabahı pek de kötü olacak!

﴿وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍ﴾

Bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

﴿وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ﴾

Ve (başlarına geleceği) gözetle. Nitekim onlar da yakında görecekler.

﴿سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ﴾

Üstünlük (izzet) sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir.

﴿وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ﴾

Gönderilmiş resûllere selam olsun.

﴿وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ﴾

Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

الترجمات والتفاسير لهذه السورة: