الطور

تفسير سورة الطور

الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم

Türkçe

الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم

الترجمة التركية للمختصر في تفسير القرآن الكريم، صادر عن مركز تفسير للدراسات القرآنية.

﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ وَالطُّورِ﴾

Yüce Allah, Musa -aleyhisselam- ile konuştuğu yer olan, Tur dağı adına yemin etmiştir.

﴿وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ﴾

Ve yazılmış kitaba (Ku'an-ı Kerim'e) yemin etmiştir.

﴿فِي رَقٍّ مَنْشُورٍ﴾

Önceden indirilmiş kitaplarda olduğu gibi yayılmış sahifeler içinde.

﴿وَالْبَيْتِ الْمَعْمُورِ﴾

Yüce Allah, meleklerin gökyüzünde Allah'a ibadet ederek imar ettikleri eve yemin etmiştir.

﴿وَالسَّقْفِ الْمَرْفُوعِ﴾

Yerin tavanı olan yükseltilmiş göğe yemin etmiştir.

﴿وَالْبَحْرِ الْمَسْجُورِ﴾

Yüce Allah, su ile dolu denize yemin etmiştir.

﴿إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ﴾

-Ey Rasûl!- Rabbinin azabı kâfirler üzerine mutlaka vuku bulacaktır, bunda hiç şüphe yoktur.

﴿مَا لَهُ مِنْ دَافِعٍ﴾

Onlardan bunu defedecek ve gerçekleşmesine mani olacak hiçbir şey yoktur.

﴿يَوْمَ تَمُورُ السَّمَاءُ مَوْرًا﴾

O gün gök hareket eder, kıyametin gelişini çalkalanarak haber verir.

﴿وَتَسِيرُ الْجِبَالُ سَيْرًا﴾

Dağlar yerlerinden hareket edip yürür.

﴿فَوَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ﴾

Yalanlayanların hüsrana ve helâka uğrayacak olmalarından dolayı vay onların hallerine! Zira Yüce Allah o günde kâfirleri azabı ile tehdit etmiştir.

﴿الَّذِينَ هُمْ فِي خَوْضٍ يَلْعَبُونَ﴾

Onlar daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır. Onlar yeniden dirilecek olmalarını önemseyip, umursamazlar.

﴿يَوْمَ يُدَعُّونَ إِلَىٰ نَارِ جَهَنَّمَ دَعًّا﴾

O gün zor kullanarak itile kakıla Cehennem ateşine atılacaklardır.

﴿هَٰذِهِ النَّارُ الَّتِي كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ﴾

Azarlamak için onlara şöyle denilir: "Rasûlleriniz sizi kendisi ile korkuttuğu halde işte bu yalanlayıp durduğunuz ateşin ta kendisidir."

﴿أَفَسِحْرٌ هَٰذَا أَمْ أَنْتُمْ لَا تُبْصِرُونَ﴾

Gözlerinizle apaçık gördüğünüz azap da mı sihirdir? Yoksa siz onu görmüyor musunuz?

﴿اصْلَوْهَا فَاصْبِرُوا أَوْ لَا تَصْبِرُوا سَوَاءٌ عَلَيْكُمْ ۖ إِنَّمَا تُجْزَوْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ﴾

Bu ateşin sıcaklığını ve acısını tadın. Onun sıcaklığına ister sabredin ister sabretmeyin; sizin için birdir. Bugün sabretseniz de sabretmeseniz de dünyada işlemiş olduğunuz küfür ve günahların karşılığına çarptırılacaksınız.

﴿إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَعِيمٍ﴾

Emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınarak Rablerine karşı takva sahibi olanlar Cennetler ve kesintiye uğramayacak büyük nimetler içindedirler.

﴿فَاكِهِينَ بِمَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ وَوَقَاهُمْ رَبُّهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ﴾

Yüce Allah'ın kendilerine vermiş olduğu yiyecek, içeçek ve evlilikten alacakları lezzetlerin sefasını sürerler. Rableri -Subhanehu ve Teâlâ- onları alevli ateşin azabından korur. Talep ettikleri lezzetli şeyleri elde ederek ve sıkıntı verecek şeylerden de korunarak kazançlı çıkarlar.

﴿كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ﴾

Onlara şöyle denilir: "Canınızın çektiği şeylerden afiyetle yiyip için. Dünyada yapmış olduğunuz güzel amellerinizin karşılığı olarak, yiyip içtiğiniz şeylerin bir eziyet ve zarar vermesinden korkmayın."

﴿مُتَّكِئِينَ عَلَىٰ سُرُرٍ مَصْفُوفَةٍ ۖ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ عِينٍ﴾

Karşılıklı sıra sıra dizilmiş süslenmiş koltuklara oturmuşlardır. Ve onları iri gözlü beyaz tenli kadınlarla (huriler) onları evlendiririz.

﴿وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاتَّبَعَتْهُمْ ذُرِّيَّتُهُمْ بِإِيمَانٍ أَلْحَقْنَا بِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَمَا أَلَتْنَاهُمْ مِنْ عَمَلِهِمْ مِنْ شَيْءٍ ۚ كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ﴾

İman edenleri ve iman etmede onlara tabi olan evlatlarını onlarla bir araya getirdik ki gönülleri rahatlasın. Velev ki amelleri bu dereceye ulaşmasa bile, onların amellerinin sevaplarından da bir şey eksiltmedik. Her insan, kendi yapıp kazanmakta olduğu kötü amele karşılık rehindir, hiçbir kimse onun amelinden bir şeyi yüklenemez.

﴿وَأَمْدَدْنَاهُمْ بِفَاكِهَةٍ وَلَحْمٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ﴾

Cennet ehline canlarının çektiği çeşit çeşit meyvelerden ve etlerden bol bol verdik.

﴿يَتَنَازَعُونَ فِيهَا كَأْسًا لَا لَغْوٌ فِيهَا وَلَا تَأْثِيمٌ﴾

Cennet'te birbirilerine kadeh sunarlar. Dünyada içildiğinde sarhoşluk vermesi sebebiyle meydana gelen günah ve batıl söz söyleme sonucunu doğurmaz.

﴿۞ وَيَطُوفُ عَلَيْهِمْ غِلْمَانٌ لَهُمْ كَأَنَّهُمْ لُؤْلُؤٌ مَكْنُونٌ﴾

Hizmetlerine sunulmuş gençler etraflarında dolanıp dururlar. Sanki onlar ciltlerinin beyazlığı ve temizliğinden dolayı kabuğunda saklı inci gibidirler.

﴿وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ﴾

Cennetlikler birbirlerine dönüp dünyadaki hallerini birbirilerine sorarlar.

﴿قَالُوا إِنَّا كُنَّا قَبْلُ فِي أَهْلِنَا مُشْفِقِينَ﴾

Birbirlerine şöyle cevap verirler: "Şüphesiz biz, dünyada ailemizin yanındayken Yüce Allah'ın azabından korkardık."

﴿فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ﴾

"Allah, İslam'a hidayet ederek bize lütufta bulundu ve şiddetli azaptan bizleri korudu."

﴿إِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُ ۖ إِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحِيمُ﴾

Bizler, dünya hayatında O'na ibadet ediyorduk. Cehennem azabından bizi koruması için O'na dua ediyorduk. O kullarına karşı vadettiği hususlarda sadık ve ihsan sahibidir. Onlara karşı çok merhametlidir. Bize olan rahmeti ve ihsanından dolayı bizleri imana erdirdi. Bizleri Cennet'e koydu ve Cehennem'den uzaklaştırdı.

﴿فَذَكِّرْ فَمَا أَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍ﴾

-Ey Rasûl!- Sen Kur'an ile öğüt ver. Allah'ın sana bahşetmiş olduğu iman ve akıl sebebiyle sen kâhin değilsin. Sana görünen cinler vardır ve sen deli de değilsin.

﴿أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ﴾

Yoksa bu yalanlayanlar şöyle mi diyorlar?: "Muhammed rasûl değildir, bilâkis o şairdir. Ölümün onu kıskıvrak yakalamasını bekliyoruz ki, ondan kurtulalım."

﴿قُلْ تَرَبَّصُوا فَإِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ﴾

-Ey Rasûl!- Onlara de ki: "Ölümümü bekleyin, ben de beni yalanlamanızdan dolayı başınıza gelecek azabı bekliyorum."

﴿أَمْ تَأْمُرُهُمْ أَحْلَامُهُمْ بِهَٰذَا ۚ أَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ﴾

"Şüphesiz o kâhin ve delidir." sözlerini onlara akılları mı emrediyor? Bir kişide bir arada bulunması mümkün olmayan şeyleri bir araya getirmeye çalışıyorlar. Bilâkis onlar, haddi aşan bir topluluktur. Dine ve sahih akla dönmezler.

﴿أَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ ۚ بَلْ لَا يُؤْمِنُونَ﴾

Yoksa onlar; Muhammed bu Kur'an'ı kendisi uydurdu, bunlar ona vahyolmadı mı diyorlar? Kur'an'ı o uydurmadı, bilâkis onlar ona iman etme hususunda kibirleniyorlar. Buna rağmen hâlâ onu uydurdu diyorlar.

﴿فَلْيَأْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ إِنْ كَانُوا صَادِقِينَ﴾

Eğer onun uydurma olduğunu iddia ettiklerinde sadık iseler, uydurma da olsa onun misli bir söz getirsinler!

﴿أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ﴾

Yoksa onlar kendilerini yaratan bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa onlar kendilerini mi yarattılar? Yaratıcı olmadan mahlûkatın olması imkansızdır. Hiçbir mahlûk yaratamaz. O halde neden kendilerini yaratana ibadet etmiyorlar?

﴿أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ ۚ بَلْ لَا يُوقِنُونَ﴾

Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır! Yüce Allah'ın, onların yaratıcısı olduğuna yakinen iman etmiyorlar. Şayet gerçekten iman etmiş olsalardı O'nu birler ve Rasûllerine iman ederlerdi.

﴿أَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ أَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ﴾

Yoksa, Rabbinin rızık hazineleri onların yanında mıdır ki dilediklerini bağışlasınlar? Peygamberliği de dilediklerine verip dilediklerine de engel olup vermesinler. Yoksa onlar dilediği gibi tasarruf eden hakimiyet sahibi kimseler midir?

﴿أَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ ۖ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ﴾

Yoksa onların gökyüzüne yükseldikleri bir merdivenleri mi var da; orada Yüce Allah'ın onların hak olduğuna dair vahyini mi duydular? Onlardan kim bu vahyi duyduysa, hak üzerine olduklarına dair kendilerini tasdik eden apaçık delilleri getirsin.

﴿أَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ﴾

O kötü gördüğünüz kızlar, Allah -Subhanehu ve Teâlâ-'nın da; sevdiğiniz erkek çocukları sizin mi?

﴿أَمْ تَسْأَلُهُمْ أَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ﴾

-Ey Rasûl!- Yoksa sen Rabbinden tebliğ ettiğin şeyler karşılığında onlardan bir ücret istiyorsun da, bundan dolayı onlar taşımaya güç yetiremedikleri bir borcun altına mı giriyorlar?

﴿أَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ﴾

Yoksa gayp ilmi onların yanında da, gayptan bildiklerini insanlar için yazıyorlar ve onlara gayptan dilediklerini mi haber veriyorlar?

﴿أَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا ۖ فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ﴾

Yoksa bu yalanlayanlar sana ve içinde bulunduğun dine tuzak mı kurmak istiyorlar? Yüce Allah'ı ve Rasûlünü küfredenlerin kendisi tuzağa düşenlerdir, sen değilsin.

﴿أَمْ لَهُمْ إِلَٰهٌ غَيْرُ اللَّهِ ۚ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ﴾

Yoksa onların Yüce Allah'tan başka hak ilahları mı var? Yüce Allah, onların zatına nispet ettikleri ortaklardan münezzeh ve yücedir.

﴿وَإِنْ يَرَوْا كِسْفًا مِنَ السَّمَاءِ سَاقِطًا يَقُولُوا سَحَابٌ مَرْكُومٌ﴾

Eğer gökten bir parça düştüğünü görseler; “Bunlar her zaman olduğu gibi üst üste yığılmış bulutlardır.” derler. Bundan öğüt almaz ve iman da etmezler.

﴿فَذَرْهُمْ حَتَّىٰ يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي فِيهِ يُصْعَقُونَ﴾

-Ey Rasûl!- Azap görecekleri günlerine ulaşıncaya kadar onları inkâr ve inatları üzerine bırak. O gün kıyamet günüdür.

﴿يَوْمَ لَا يُغْنِي عَنْهُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ﴾

Az ya da çok o gün kurdukları tuzakları kendilerinden bir şey def edemez ve azaptan kurtarılmak için de onlara yardım edilmez.

﴿وَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا عَذَابًا دُونَ ذَٰلِكَ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ﴾

Şirk ve günahlar ile kendilerine zulmedenler ahiret azabından önce dünya hayatında ölüm ve esir alınır, berzah aleminde de kabir azabına uğrarlar. Ancak onların çoğu bunu bilmezler. Bundan dolayı küfürleri üzerine devam ederler.

﴿وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَإِنَّكَ بِأَعْيُنِنَا ۖ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ حِينَ تَقُومُ﴾

-Ey Rasûl!- Rabbinin emrine ve şer'î hükmüne sabret. Şüphesiz ki, sen gözümüzün önünde ve korumamız altındasın. Uykudan uyandığında Rabbini hamd ile tespih et.

﴿وَمِنَ اللَّيْلِ فَسَبِّحْهُ وَإِدْبَارَ النُّجُومِ﴾

Gecenin bir kısmında Rabbini tespih et, O'na dua et ve sabah namazını yıldızlar battıktan sonra gündüzün ışığı (fecrin doğuşu) ile kıl.

الترجمات والتفاسير لهذه السورة: