الذاريات

تفسير سورة الذاريات

الترجمة التركية - مركز رواد الترجمة

Türkçe

الترجمة التركية - مركز رواد الترجمة

ترجمة معاني القرآن الكريم للغة التركية ترجمها فريق مركز رواد الترجمة بالتعاون مع موقع دار الأسلام www.islamhouse.com.

﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا﴾

Savurup tozutan rüzgârlara andolsun.

﴿فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا﴾

Ağır yük taşıyan (bulut) lara.

﴿فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا﴾

Kolayca akıp giden (gemi) lere.

﴿فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا﴾

İşleri taksim edenlere (meleklere).

﴿إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌ﴾

Size vadedilen kesinlikle doğrudur.

﴿وَإِنَّ الدِّينَ لَوَاقِعٌ﴾

Ceza (karşılık) günü kuşkusuz vuku bulacaktır.

﴿وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْحُبُكِ﴾

Güzel yolları (ve yörüngeleri) olan göğe andolsun.

﴿إِنَّكُمْ لَفِي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍ﴾

Muhakkak siz çelişkili bir söz içindesiniz.

﴿يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ﴾

Ondan döndürülen kimseler döndürülür.

﴿قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ﴾

Kahrolsun o yalancılar!

﴿الَّذِينَ هُمْ فِي غَمْرَةٍ سَاهُونَ﴾

Onlar koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir.

﴿يَسْأَلُونَ أَيَّانَ يَوْمُ الدِّينِ﴾

"Ceza günü ne zaman diye sorarlar?"

﴿يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ﴾

O gün, onların ateşte yakılarak azap görecekleri gündür.

﴿ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْ هَٰذَا الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ﴾

(Görevli melekler onlara şöyle der): “Azabınızı tadın! İşte acele isteyip durduğunuz şey budur.”

﴿إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ﴾

Takva sahibi olanlar ise, Cennetler'de ve pınarlardadır.

﴿آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَٰلِكَ مُحْسِنِينَ﴾

Rablerinin kendilerine verdiklerini almışlardır. Çünkü onlar bundan önce iyi kimseler idiler.

﴿كَانُوا قَلِيلًا مِنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ﴾

Geceleri pek az uyurlardı.

﴿وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ﴾

Seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.

﴿وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ﴾

Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.

﴿وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ﴾

Yeryüzünde gerçekten iman edecekler için ayetler vardır.

﴿وَفِي أَنْفُسِكُمْ ۚ أَفَلَا تُبْصِرُونَ﴾

Ve kendi nefislerinizde de (ayetler vardır). Yine de görmüyor musunuz?

﴿وَفِي السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ﴾

Gökte de sizin rızkınız ve size vadedilen şeyler vardır.

﴿فَوَرَبِّ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَا أَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ﴾

Göğün ve yerin Rabbi hakkı için o sizin konuştuğunuz gibi kesin bir gerçektir.

﴿هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إِبْرَاهِيمَ الْمُكْرَمِينَ﴾

İbrahim’in şerefli kılınmış konuklarının haberi sana geldi mi?

﴿إِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا ۖ قَالَ سَلَامٌ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ﴾

Hani O’nun yanına girmişler: “Selam!” demişlerdi. O da: "Selam! (Sizin üzerinize). (Sizler) tanınmayan yabancı kimselersiniz.” demişti.

﴿فَرَاغَ إِلَىٰ أَهْلِهِ فَجَاءَ بِعِجْلٍ سَمِينٍ﴾

Hemen ailesinin yanına gidip semiz bir buzağı getiriverdi.

﴿فَقَرَّبَهُ إِلَيْهِمْ قَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ﴾

Bunu onların önüne yaklaştırdı ve: "Yemez misiniz?" dedi.

﴿فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً ۖ قَالُوا لَا تَخَفْ ۖ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ﴾

Onlardan dolayı içine bir korku düştü. "Korkma!" dediler. Ona bilgin bir erkek çocuğu müjdelediler.

﴿فَأَقْبَلَتِ امْرَأَتُهُ فِي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَقِيمٌ﴾

Karısı bir çığlık içinde çıka gelip, (elleriyle) yüzüne vurarak: "Ben, kısır bir kocakarıyım." dedi.

﴿قَالُوا كَذَٰلِكِ قَالَ رَبُّكِ ۖ إِنَّهُ هُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ﴾

Dediler ki: "Rabbin böyle buyurdu. Muhakkak ki O; Hakîm'dir, Alîm'dir."

﴿۞ قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ﴾

İbrahim, onlara: “O halde göreviniz nedir ey elçiler?” dedi.

﴿قَالُوا إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَىٰ قَوْمٍ مُجْرِمِينَ﴾

Onlar: “Şüphe yok ki biz günahkâr bir topluluğa gönderildik” dediler.

﴿لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ طِينٍ﴾

"Onların üzerilerine balçıktan yapılmış taşlar atacağız."

﴿مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِفِينَ﴾

(Bu taşlar) Rabbinin katında haddi aşanlar için işaretlenmiş (taşlardır).

﴿فَأَخْرَجْنَا مَنْ كَانَ فِيهَا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ﴾

Bunun üzerine orada bulunan Mü’minleri çıkardık.

﴿فَمَا وَجَدْنَا فِيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِمِينَ﴾

Zaten orada bir ev halkından başka Müslüman bulamadık.

﴿وَتَرَكْنَا فِيهَا آيَةً لِلَّذِينَ يَخَافُونَ الْعَذَابَ الْأَلِيمَ﴾

Orada, elem dolu azaptan korkacaklar için bir ibret bıraktık.

﴿وَفِي مُوسَىٰ إِذْ أَرْسَلْنَاهُ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ﴾

Musa (kıssasında da ibret vardır). Hani biz, onu açık bir delil ile Firavun’a göndermiştik.

﴿فَتَوَلَّىٰ بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ﴾

Firavun, bütün (kişisel ve askeri) gücüyle yüz çevirmiş ve: "Bu, ya bir büyücü veya bir delidir." demişti.

﴿فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٌ﴾

Nihayet onu da ordularını da yakalayıp denize attık. O (küfründen dolayı) kınanmış bir kimseydi.

﴿وَفِي عَادٍ إِذْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الرِّيحَ الْعَقِيمَ﴾

Ad kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı göndermiştik.

﴿مَا تَذَرُ مِنْ شَيْءٍ أَتَتْ عَلَيْهِ إِلَّا جَعَلَتْهُ كَالرَّمِيمِ﴾

Üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül ediyordu.

﴿وَفِي ثَمُودَ إِذْ قِيلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا حَتَّىٰ حِينٍ﴾

Semud'da da (ibretler) vardır. Onlara: "Bir süreye kadar faydalanın." denmişti.

﴿فَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ وَهُمْ يَنْظُرُونَ﴾

Rablerinin emrine kibirlenip isyan ettiler. Bu yüzden bakıp dururken onları yıldırım çarpmıştı.

﴿فَمَا اسْتَطَاعُوا مِنْ قِيَامٍ وَمَا كَانُوا مُنْتَصِرِينَ﴾

Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.

﴿وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُ ۖ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ﴾

Bunlardan önce de Nuh kavmini (helâk etmiştik). Çünkü onlar, fasık/yoldan çıkmış bir toplum idiler.

﴿وَالسَّمَاءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ﴾

Ve biz göğü kudret ve kuvvetle bina ettik ve muhakkak biz genişleticiyiz.

﴿وَالْأَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ﴾

Yeryüzünü de yayıp döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz.

﴿وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ﴾

Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.

﴿فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ ۖ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ﴾

O halde Allah’a kaçın. Çünkü ben, size Onun katından (gönderilmiş) açık bir uyarıcıyım.

﴿وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ ۖ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ﴾

Allah ile beraber başkasını ilah edinmeyin. Zira ben, size O'nun tarafından (gönderilmiş) açık bir uyarıcıyım.

﴿كَذَٰلِكَ مَا أَتَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ﴾

İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber geldiğinde hemen; "O, bir büyücüdür veya delidir." dediler.

﴿أَتَوَاصَوْا بِهِ ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ﴾

Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar, taşkın bir toplum idiler.

﴿فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَا أَنْتَ بِمَلُومٍ﴾

Sen yüz çevir onlardan, artık kınanacak değilsin.

﴿وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَىٰ تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ﴾

Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt, iman edenlere fayda verir.

﴿وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ﴾

Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler, diye yarattım.

﴿مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ﴾

Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum.

﴿إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ﴾

Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.

﴿فَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذَنُوبًا مِثْلَ ذَنُوبِ أَصْحَابِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ﴾

Muhakkak (geçmişteki) arkadaşlarının azaptan payları olduğu gibi, zulmedenlerin de azaptan bir payları vardır. Artık acele etmesinler.

﴿فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ يَوْمِهِمُ الَّذِي يُوعَدُونَ﴾

Tehdit olundukları o (azap) günlerinden dolayı vay o kâfir olanlara!

الترجمات والتفاسير لهذه السورة: