الذاريات

تفسير سورة الذاريات

الترجمة التركية - شعبان بريتش

Türkçe

الترجمة التركية - شعبان بريتش

ترجمة معاني القرآن الكريم للغة التركية ترجمها شعبان بريتش. ملاحظة: ترجمات بعض الآيات (مشار إليها) تم تصويبها بمعرفة مركز رواد الترجمة، مع إتاحة الاطلاع على الترجمة الأصلية لغرض إبداء الرأي والتقييم والتطوير المستمر.

﴿بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا﴾

Savurup tozutan rüzgarlara andolsun!

﴿فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا﴾

Ağır yük taşıyan (bulut)lara...

﴿فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا﴾

Kolayca akıp giden (gemi)lere...

﴿فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا﴾

İşleri taksim edenlere (Meleklere)...

﴿إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌ﴾

Size vadedilen elbette doğrudur.

﴿وَإِنَّ الدِّينَ لَوَاقِعٌ﴾

Ceza günü kuşkusuz vuku bulacaktır.

﴿وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْحُبُكِ﴾

Güzel yolları olan göğe andolsun.

﴿إِنَّكُمْ لَفِي قَوْلٍ مُخْتَلِفٍ﴾

Ki siz çelişkili bir sözler içindesiniz.

﴿يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ﴾

Ondan çevrilen çevrilir.

﴿قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ﴾

Kahrolsun yalancılar!

﴿الَّذِينَ هُمْ فِي غَمْرَةٍ سَاهُونَ﴾

Ki onlar, koyu bir cehalet içerisinde kalmış gafillerdir.

﴿يَسْأَلُونَ أَيَّانَ يَوْمُ الدِّينِ﴾

Ceza günü ne zaman diye sorarlar?

﴿يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ﴾

O gün, onların ateşte yakılarak azap görecekleri gündür.

﴿ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْ هَٰذَا الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ﴾

Tadın azabınızı. Bu acele gelmesini istediğiniz şeydir.

﴿إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ﴾

Muttakiler, Cennetlerde ve pınarlardadır.

﴿آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَٰلِكَ مُحْسِنِينَ﴾

Rablerinin kendilerine verdiklerini almışlardır. Çünkü onlar bundan önce iyi kimseler idiler.

﴿كَانُوا قَلِيلًا مِنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ﴾

Geceleri az uyuyorlardı.

﴿وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ﴾

Seherleri de onlar mağfiret diliyorlardı.

﴿وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ﴾

Onların mallarında isteyenler ve ihtiyaç sahipleri için de bir hak vardır.

﴿وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ﴾

Yeryüzünde gerçekten iman edecekler için ayetler vardır.

﴿وَفِي أَنْفُسِكُمْ ۚ أَفَلَا تُبْصِرُونَ﴾

Kendi içinizde de, görmüyor musunuz?

﴿وَفِي السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ﴾

Gökte de sizin rızkınız ve size vadedilen şeyler vardır.

﴿فَوَرَبِّ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ لَحَقٌّ مِثْلَ مَا أَنَّكُمْ تَنْطِقُونَ﴾

Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, size vadedilenler, tıpkı sizin konuşmanız gibi haktır.

﴿هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إِبْرَاهِيمَ الْمُكْرَمِينَ﴾

İbrahim’in değerli/şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?

﴿إِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا ۖ قَالَ سَلَامٌ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ﴾

Hani O’nun yanına girmişler: “Selam” demişlerdi. O da: Selam (sizin üzerinize). (Sizler) tanınmayan yabancı kimselersiniz!” demişti.

﴿فَرَاغَ إِلَىٰ أَهْلِهِ فَجَاءَ بِعِجْلٍ سَمِينٍ﴾

Hemen ailesinin yanına gidip, besili bir dana getirmişti.

﴿فَقَرَّبَهُ إِلَيْهِمْ قَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ﴾

Bunu onların önüne yaklaştırdı ve: Yemez misiniz? dedi.

﴿فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً ۖ قَالُوا لَا تَخَفْ ۖ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ﴾

Onlardan dolayı içine bir korku düştü. Korkma, dediler. Ona bilgin bir erkek çocuğu müjdelediler.

﴿فَأَقْبَلَتِ امْرَأَتُهُ فِي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَقِيمٌ﴾

Karısı bir çığlık içinde çıka gelip, (elleriyle) yüzüne vurarak: "Ben, kısır bir kocakarıyım" dedi.

﴿قَالُوا كَذَٰلِكِ قَالَ رَبُّكِ ۖ إِنَّهُ هُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ﴾

Dediler ki: Rabbin böyle buyurdu. Muhakkak ki O, Hakim'dir, Alim'dir.

﴿۞ قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ﴾

O halde işiniz nedir, ey elçiler? dedi.

﴿قَالُوا إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَىٰ قَوْمٍ مُجْرِمِينَ﴾

Biz, günahkâr bir topluma gönderildik, dediler.

﴿لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ طِينٍ﴾

Onların üzerlerine balçıktan yapılmış taşlar atacağız.

﴿مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِفِينَ﴾

Rabbinin katında haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.

﴿فَأَخْرَجْنَا مَنْ كَانَ فِيهَا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ﴾

Orada olan müminleri de çıkarmıştık.

﴿فَمَا وَجَدْنَا فِيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِنَ الْمُسْلِمِينَ﴾

Zaten orada, müslüman olan bir evden başkasını da bulamadık.

﴿وَتَرَكْنَا فِيهَا آيَةً لِلَّذِينَ يَخَافُونَ الْعَذَابَ الْأَلِيمَ﴾

Orada, acı azaptan korkan kimseler için bir işaret bıraktık.

﴿وَفِي مُوسَىٰ إِذْ أَرْسَلْنَاهُ إِلَىٰ فِرْعَوْنَ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ﴾

Apaçık bir delil ile Firavun’a gönderdiğimiz Musa'nın (kıssasında ibretler) vardır.

﴿فَتَوَلَّىٰ بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ﴾

Firavun, askerleriyle birlikte yüz çevirmiş ve: "Bu, ya bir sihirbaz veya bir delidir" demişti.

﴿فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٌ﴾

Biz de onu ve askerlerini yakalamış ve denize atmıştık. O kınanacak işler yapıp durmaktaydı.

﴿وَفِي عَادٍ إِذْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الرِّيحَ الْعَقِيمَ﴾

Âd’da da (ibretler) vardır. Onların üzerine (kasıp, kavuran helak edici) kısır rüzgarı göndermiştik.

﴿مَا تَذَرُ مِنْ شَيْءٍ أَتَتْ عَلَيْهِ إِلَّا جَعَلَتْهُ كَالرَّمِيمِ﴾

Üzerine uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu çürümüş bir hale getiriyordu.

﴿وَفِي ثَمُودَ إِذْ قِيلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا حَتَّىٰ حِينٍ﴾

Semud'da da (ibretler) vardır. Onlara: "Bir süreye kadar faydalanın" denmişti.

﴿فَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ وَهُمْ يَنْظُرُونَ﴾

Rablerinin emrine isyan etmişler ve bakıp dururlarken onları yıldırım çarpmıştı.

﴿فَمَا اسْتَطَاعُوا مِنْ قِيَامٍ وَمَا كَانُوا مُنْتَصِرِينَ﴾

Ne ayakta durmaya güçleri yetmiş, ne de yardım edilenler olmuşlardı.

﴿وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُ ۖ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ﴾

Daha da önce Nuh’un kavmi... Onlar da yoldan çıkmış bir toplum idi.

﴿وَالسَّمَاءَ بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ﴾

Göğü kudretle bina ettik ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.

﴿وَالْأَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ﴾

Yeryüzünü de yayıp döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz!

﴿وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ﴾

Öğüt alasınız diye her şeyden çift çift yarattık.

﴿فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ ۖ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ﴾

O halde Allah’a kaçın. Çünkü ben, ondan size (gönderilen) apaçık uyarıcıyım.

﴿وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ إِلَٰهًا آخَرَ ۖ إِنِّي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ مُبِينٌ﴾

Allah ile beraber başkasını ilah edinmeyin. Ben, ondan size apaçık uyarıcıyım!

﴿كَذَٰلِكَ مَا أَتَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ﴾

İşte, böyle... Onlardan öncekilere de bir elçi gelmedi ki ona sihirbaz veya mecnun dememiş olsunlar.

﴿أَتَوَاصَوْا بِهِ ۚ بَلْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ﴾

Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır! Onlar, taşkın bir toplum idiler.

﴿فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَا أَنْتَ بِمَلُومٍ﴾

Onlardan yüz çevir, artık kınanacak değilsin.

﴿وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَىٰ تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ﴾

Öğüt ver! Çünkü öğüt, iman edenlere fayda verir.

﴿وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ﴾

Cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.

﴿مَا أُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَنْ يُطْعِمُونِ﴾

Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum.

﴿إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ﴾

Şüphesiz rızıklandırıcı olan, çetin kuvvet sahibi Allah’tır.

﴿فَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذَنُوبًا مِثْلَ ذَنُوبِ أَصْحَابِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ﴾

Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmişlerinin payı gibi (azaptan) bir payları vardır! O halde acele etmesinler!

﴿فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ يَوْمِهِمُ الَّذِي يُوعَدُونَ﴾

Kendilerine (azap) vadedilen günlerinden dolayı kâfirlerin vay haline!

الترجمات والتفاسير لهذه السورة: